22 Mart 2012 Perşembe

BOZCAADA GEZİSİ “Tanrı, Bozcaada’yı insanlar uzun ömürlü olsun diye yaratmış”


BOZCAADA GEZİSİ- (17-21Haziran)
“Tanrı, Bozcaada’yı insanlar uzun ömürlü olsun diye yaratmış” diye söylemiş Bodrumlu tarihçi Heredot. Bozcaada'yı gidip gördükten sonra Heredot'un bu söyleminde yanlış olduğunu söylersek haksızlık etmiş oluruz ve en fazla eksik kaldığını belirtebiliriz.
Okullar kapanır, kep atılır ve Bozcaadaya gidilir. Keza bu gezimin fikrini arkadaşlarıma üniversitede kantininde otururken vermiştim.
Cuma akşamı otobüsle Geyikliye doğru sefere çıktık sabah 9 gibi Geyikli iskelesine indik ve feribotla 30 dakikalık yolculuk sonrası ada’ya ulaştık. Bozcaada, Çanakkale Boğazı Ege ağzının 18 deniz mili güneyinde, doğudaki anakara kütlesi Kumburnu mevkiine 3, Geyikli feribot iskelesine se 3.5 deniz mili uzaklıktadır. Komşu Gökçeada'ya 29 deniz mili uzaklıkta olup adanın çevresi 14 mil, yüzölçümü ise 42 kilometrekaredir. Feribot yolculuğunda eğer arka ön tarafta olursanız ada direkt karşınızda kalmaktadır böylece izleyebilirsiniz özellikle yaklaştıkça net bir şekilde kale ve evler görülebilmektedir. İskeleye yaklaştıktan ve indikten sonra hissettiğim ilk şey minik bir düş kırıklığıydı. Çünkü ada beklenenden ufak ve sarı bir bitki örtüsüne sahip görünüyordu. Ağaca rastlamak pek mümkün değil, tepeler sapsarı görülmektedir. Sırtımızda çantalarla pansiyonumuzu aramamız 15 dk sürdü. Pansiyonumuz yaklaşık olarak merkeze 300 metre uzaklıkta, iki odadan oluşan ufak bir ev. Zaten buradaki pansiyonların hemen hemen hepsi evden bozmaymış. Elit pansiyon ve sahibi nilay hanım ile eşi gerçekten çok sıcakkanlı ve konuşkan insanlar. Harika kahvaltılarıyla özellikle reçelleriyle damağımızı fethettiler. Nilay hanım hamarat bir kadınmış. Bütün bir sene korolarda şarkı söyleyerek ve ev işleriyle uğraşmış. Mutfakta hamarat olduğu kadar müzikte yetenekliymiş kendileri. Genel olarak konakladığımız odadan ve insanların tutumundan memnun kaldık. Pansiyondan çıkıp güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra adanın merkezini gezmeye başladık. Karnımız zil çaldığından iskeleye yakın bir kafeye oturup kahvaltı yaptık. Çay bahçesi kıvamında olan mekanda yer bulmak sıkıntı olabilir ve adaya has kargalar yemeğinize ortak çıkabiliyor.Gezimize öncelikle Bozcaada kalesinden başladık.. Kale içinde bol rüzgâra maruz kalabilirsiniz. Mezar taşları, toplar da görebilirsiniz. Kalede bolca gezinip fotoğraf çekindikten sonra yolumuzu uzatarak rum mahallelerini gezdik. pansiyona geri dönüp mayolarımızı giyip plaja gittik. Minibüs ile yaklaşık 20 dk yolculuk sonunda Ayazma’ya ulaşıyoruz. Ayazma en popüler plaj olmakla birlikte her yaştan insanı görebileceğiniz, suyu soğuk fakat temiz bir plaj. İki Şezlong ve şemsiyeye 12 TL ödedikten sonra keyfe koyuluyoruz. 3 kişi 2 şezlongda tatlı bir kestirme yapıyoruz. Yol yorgunluğunu bu şekilde atmaya çalışıyoruz. Akşam otele dönüş duş, yemek (Ev yemeği) şükrü usta lokantasında. Akşam limanda Çamlıbağ şarabımızı alıp demleniyoruz. Adada 4 şarap üreticisi var. Ataol, Çamlıbağ, Talay ve Corvus. En ilgisizi Ataol, en pahalı ve yenisi Corvus (Latincede karga anlamına geliyormuş). Talay’ın şaraplarını lezzetli bulduk.
2.Gün
Güzel bir kahvaltıdan sonra, adayı bisikletle dolaşmaya karar veriyoruz. Kiralayan yeri aramamız epey bir süre alıyor. Neyse sonunda bulduktan sonra 3 tane bisikleti 75 liraya kiralıyoruz. Specialized marka kullandığım bisikletten epey memnun kaldım. Ufak nevalemizi aldıktan sonra yola koyuluyoruz. Bu arada ada'da yeni bir uygulama ile naylon poşet kullanımı kaldırılmış Tuzburnu, Akvaryum ve Ayazma’ya kadar doğusundan başlayıp güneydoğusuna rotamızı çiziyoruz. Sıcak ve yorgunluktan ötürü saatler ilerledikçe rotamız kısaldı ne yazık ki. Adada rampalar bisikletle çıkılır gibi görünse de denememekte fayda var. Ben denedim kalp krizi geçiriyorum sandım. Yokuşları bisikletten inerek çıkın, inişlerde ulaştığınız hızı ve o duyguyu yaşayın. Nefes almakta zorlanabilirsiniz. Akşam 5 6 gibi ayazmaya vardık. Yolda bisikletlerle ters yonden hareket eden bir çiftle karşılaştık dönüş yolu çok daha kestirme olduğu için güzel bir yolculuk geçtiğini söyleyebilirim. Ada'ya geldiğinizde rampalar çok izin vermese de mutlaka bisiklet ya da motor kiralayıp her koyu ve diğer güzellikleri gezmenizi öneririm.
3.gün
Sabah yine güzel ve bereketli bir kahvaltıdan sonra Ayazma plajına gidip denizin keyfini çıkaralım istedik. Öğlen sıcağında fazla kalmamaya, yanmamaya çalıştık bu tatil boyunca. Manzaralı ferah serin mekânda atıştırmalarımızı yaptıktan sonra otele döndük. Akşamüstü iskeleye inip adanın en batısındaki Polente fenerini görmek için tura çıktık. Tur güzergâhı bir gün önce bisiklet ile uyguladığımızın benzeriydi. Tabii bisikletle çıkılan rampaları minübüs bile çıkarken zorlanıyordu. 20 Haziran akşamı güzel bir günbatımında polente fenerine geldik ve şarabımızı açtık yudumlamaya başladık. Manzara, rüzgâr gülleri gerçekten büyüleyici ve romantik, çok güzel ve eşsiz bir vakit geçirdik. Akşam merkeze döndüğümüzde Ataol şarapları satan mağazayı ararken yaşlı bir beyefendi ile tanıştık. Kendisi daha sonradan konakladığımız oteldeki nilay hanımın babası çıkıncı muhabbet uzadı ve akşam yemeğini vassilaki adında restauranta birlikte yedik. Sıcak ot, karides tava ve 2 çeşit meze ana yemek olarak lipsos buğulama ki meşhur balık olarak geçiyor gecemizi keyiflendirdik. Ada'da gece hayatından bahsetmek gerekirse eğer yüksek sesli müzik yapan mekanlar arıyorsunuz size göre bir yer değil. İnsanların güzel ve temiz havada sakince yemeklerini yiyip, içkilerini yudumlayacakları hoş sohbetlerin ve anların paylaşıldığı bir yer arayışı içindeyseniz hemen gidin diyorum.
4.Gün
En uzun gün ve yolda geçiriyoruz. Sabah kalktım para çekmeye gittim sonra otele döndük ve vedalaştık. Feribotla adadan uzaklaşırken dakikalarca bakakaldım ve bir daha ne zaman geleceğim diye düşündüm, yolculukta Çanakkale meydanda biraz rötar yaptık ve yandım’ın büyük sıkıntısı. Tekirdağ köftesi yedik mola verdiğimiz bir yerde. Akşam 9 gibi İstanbul’a geldim. Aklımda hala polente feneri gün batımı ve güzel geçirilen anlar.
 Bir kahvaltı'da otel sahibinin sorusu üzerine bir daha Bozcaada’ya eşimle gelirim demiştim. Fakat şimdi bakıyorum ki bu sene tekrardan oraya gitme hayali kuruyorum.







17 Mart 2012 Cumartesi

Dünya Salon Atletizm Şampiyonası



Dünya Salon Atletizm Şampiyonası tabiri caiz ise rüzgâr gibi geçti. Türkiye için büyük bir önem taşıyan bu turnuvaya saha içinden pek olmasa da arka planından tanıklık ettim. Mezun olduktan sonra kalıcı bir iş ararken aynı zamanda dönemsel işlerle de ilgileniyordum bu vesileyle bir organizasyon şirketi aracılıyla 12 gün boyunca şampiyonada çalışma fırsatı buldum. Görev alanım TV compound alanı diye adlandırılan bölgede tedarik elemanı olarak çalışmaktı. İşin tanımını anlatırsak turnuvayı yayınlayacak olan ulusal kanal TRT ve diğer ulusal kanallar ile yabancı yayın kanalların salon dışındaki konumlandırılması ve ihtiyaçlarının giderilmesiydi. Canlı yayın araçlarının konumlandığı bölgede onlarca konteynırdan ve içindeki eşyaların yerleştirilmesinden sorumluyduk.  Bu konteynırların içinde masa, klima, plazma TV, bilgisayar, yazıcı ve telefon bulunmaktadır. İş basit gibi görünse de içerdiği detaylar nedeniyle uğraştırıcıydı.


Gittiğim ilk günden başlarsam, 29 Şubat itibariyle bizim çalışacağımız yer yoktu. Günler içerisinde asfalt döküldü, çevre düzenlemesi yapıldı. Salonu gezdiğim ilk gün ile turnuvanın son günü arasında kocaman farklar vardı. Açıkçası neden bu kadar geç kalındı diye eleştirdim ve hala eleştiriyorum. Çok önceden bu turnuvanın İstanbul’da düzenleneceği kesinken hiçbir hazırlık yapılmaması her şeyin son günlere bırakılması gelenek haline gelmiş Türk erteleyiciliğinin, her şeyi son ana bırakma alışkanlığının sorgulanması gerektiğini gösteriyor. Işıklandırması ve koltuk kapasitesini yetersiz buldum. Hummalı bir çalışma sonunda, yüzlerce insanın dayanışma içinde çalışmasıyla salon tam anlamıyla şampiyonaya hazır hale getirildi. Bu işlerin nasıl yürüdüğünü öğrenme fırsatım da oldu aynı şekilde nasıl bir kaynak israfı ya da fedakârlık yapıldığını görme fırsatım. Defalarca kırılan merdivenler ve sökülen taşlar, asfaltlar…

1 Mart 2012 Perşembe

hamdi et lokantası


           Geçen cumartesi günü fırsat bilip Eminönü’nde bulunan Hamdi et lokantasına gittim. Uzunca bir süredir bildiğim, ilk kez bir sinema filminde gördüğüm ve daha sonra çeşitli tavsiyeler aldığım bu işletmeye kafamda bazı çekincelerle gittim.
İlk olarak manzaradan bahsetmek istiyorum kaldı ki bu ziyaretimin esas nedeni de manzara sayılabilir. Tam karşınızda galata kulesi ve köprüsü, yeni cami sağ tarafınızda ve şehrin kalabalığını kapsayan ve geniş bir bakış açısı sunan bu mekân gerçekten güzel bir manzaraya sahip. Fakat bu manzaraya karşı zaman geçirip, kebap yiyip bir iki bir şeyler içmek istiyorsanız önceden rezervasyon yaptırmanız gerekli. Özellikle hafta sonları genellikle büyük turist grupları tarafından ziyaret ediliyor.


        Yemeklere gelince ağırlıklı olarak kebap üzerine servis yapılıyor. Salatalar ve mezeler de mevcut. Kebap çeşitleri epey zengince. Klasik kebapların yanında fıstıklı kebap, haşhaş kebabı, oruk, testi ve soğan kebaplarını tadabilirsiniz. Tatmak derken tam olarak kelime anlamıyla kast ediyorum çünkü porsiyonlar gerçekten ufak, karın doyurmuyor. Ben fıstıklı kebap ve oruk kebabını tatmayı tercih ettim. Açıkçası memnun kaldığımı da söylemem. Fiyat-kalite açısından fayda düzeyimin çok altında kaldı bu mekân. Tüm bunların yanında gâvur dağı salatası sipariş ettik ve salata da kebaplar kadar küçük bir tabakta geldi.
Fiyatlara gelince kebaplar minimum 20 TL den başlıyor. Salatalar 7-10 TL arasında değişiyor. Alkol de servis ediliyor. Ayrıca kuver ücreti de alınıyor.
Özetle bir kez daha gider miyim? Sanmıyorum. Yüksek fiyatları, kötü servisi ve ufak porsiyonları manzarasını güzelliğini gölgede bırakıyor.