10 Mayıs 2012 Perşembe

ZEYREK-FENER-BALAT


İstanbul öylesine büyük bir şehir ki yıllardır yaşayıp gezmeme rağmen hala daha her yerini gördüğümü iddia edemem. Adım atmadığım öyle noktaları vardır ki bir an evvel o yerleri tarihi dokusu ve doğal güzelliği bozulmadan gezmek, görmek, hafızama kazımak için can atarım. İşte zeyrek-fener-balat da bu yerlerden başlıcalarıydı. 23 Nisan resmi tatilini fırsat bilip bu bölgeleri iki arkadaşımla tüm gün gezdik. Yeri geldi kaybolduk, yürümekte zorlandık yeri geldi daha önce böyle yerleri nasıl gezmedik diye hayıflandık, öğrendiğimiz bilgilere şaşkınlığımızı gizleyemedik.

Buluşma noktamızı Eminönü belirleyip oradan otobüse binip bisikletçiler altgeçidinde indik ve yukarı çıkıp gezimize başladık. Valens kemerini karşımızda görüyoruz. Türkçe de Bozdoğan kemeri olarak adlandırılan bu yapı milattan önce 4 y.y Roma devrine kayıtlıdır. Kemer bir su kemeri olup kentin su ihtiyacının büyük kısmını sağlıyordu. Uzunluğu 900 metre olup iki kat şeklindedir ve 20 metre yükselliğindedir.

Kemer’e bitişik Gazanfer Ağa medresesini görüyoruz. 1599 yılına ait olan bu eser Osmanlı yapısı olup şu anda karikatür ve mizah müzesi olarak kullanılıyor.

Yeniden itfaiyeciler caddesi ve kadınlar pazarına geçiyoruz. Buraya ikinci gelişim, ilk gelişimde kebap yemek için gelmiştim fakat yemeden geri dönmüştüm. Sağlı sollu dükkânlar, dükkânlarda satılan sakatatlar, organik ürünler, bitkiler, kahvaltılıklar. Bir açık hava pazarı olarak nitelendirebilirim burayı. Aşağıya doğru yürürken Hüsambey camii ve Çinili hamamı görüyoruz. Hamam Mimar Sinan eseri olup kaptanı derya tarafından yaptırılmıştır. Çinili hamamdan sonra zeyrek’e doğru yürüyoruz ve bir kafe görüyoruz. İçeriyi gezmek, manzarayı görmek için izin aldığımız beyefendiden bilgiler de alıyoruz. Gezdiğimiz işletmenin zeyrekhane restaurant olduğunu sonradan öğreniyoruz. İstanbul’a daha önce hiç bu açıdan bakmadığımı fark ediyorum. Bu alan restore edildikten sonra rahmi koç müzecilik ve kültür vakfına ait restoran işletmesi olarak ziyaretçileri ve gezginleri buyur ediyor. Zeyrekhane'nin hemen arkasındaki yapı bir harabeyi andırsa da restore çalışmalarından ötürü böyle görünüyormuş ve ne yazık ki burayı gezemiyoruz. Bu yapının adı pantakrator kilisesi olup ayakta kalan ayasofyadan sonra en büyük Bizans kilisesidir. Üç kiliseden meydana gelmekte olan bu yapının büyük kilise ii. ioannes komnenos'un birinci eşi eirene tarafından (1118-1143) yaptırılmış ve hz. isa'ya ithaf edilmiştir. Fetihten sonra camiye çevrilen bu kiliseye molla zeyrek Mehmet Efendi atanıyor ve zeyrek camii adı ile anılıyor.

Artık Haliç'e iniyoruz ana caddeye çıkıp yolumuzu biraz uzatıyoruz ve eski adı cibali tütün fabrikası olan kadir has üniversitesinin arka tarafından dolaşıyoruz. Cibali kapısından çıkıp tekrar haliç ana yola iniyoruz. Sahilden fener’e kadar yürüyoruz. Sadık Ahmet caddesinden girip fener Rum patrikhanesine kadar gidiyoruz. Kilisenin içini ve patrikhaneyi geziyoruz. Orda bir yetkiliye buranın tam anlamıyla ne olduğunu ve önemini sorduğumuzda, kendisi Katolikler için Vatikan ne ise Ortodokslar için de bu patrikhane aynı öneme sahip olduğunu söylüyor ve daha fazla bilgiyi internette resmi sitede bulabileceğimizi belirtiyor. Patrikhaneden sonra yokuş yürüyoruz ve dar sokaklardan geçerken buraları Tarlabaşına benzetiyorum. kırmızı okul ve Fener Rum lisesini buluyoruz. Bir tepe üzerine kurulu olan bu bina kıpkırmızı rengiyle gerçekten ilgimizi çekiyor. İçeri girmeyi deniyorum fakat kapı kapılı.  Aşağı inmek için merdivenli mektep sokağı kullanıyoruz ve direkt vodina caddesine çıkıyoruz. Notlarıma bakıyorum ve artık balat’ta olduğumuzu anlıyorum.

Balat yerleşim yerinin tarihine bakınca eskiden İstanbullu Yahudilerin bu bölgede yaşadığını özellikle fetihten sonra fatihin Yahudileri buraya getirttiğini öğreniyorum. Daha sonra ispanyadan kaçan Yahudilerinden buraya yerleştirilmesiyle tam bir Yahudi semti oluyormuş. Bu bölgede ara sokaklarda kalmış sinagogları görebilirsiniz. Şimdilerde ise balat restorasyonu bekleyen yapılarıyla ve dizi setleriyle yaşıyor. Daha sonraki durağımız Ferruh Kethüda Camii. Mimar Sinanın bu eserinin avlusunda biraz soluklanıyoruz. Biraz ileride de tahta minerali camiyi görüyoruz. Cami İstanbuldaki en eski camilerden biri olup fetihten beş yıl sonrasına yani 1458 yılında yapılmıştır.

Tekrardan Haliç sahile kadar çıkıyoruz ve balat hastanesini arıyorum çünkü elimdeki rota tam karşısından girmemizi söylüyor. Kısa bir yürümeden sonra sokağı bulup içeriye giriyoruz. Meryem ana kilisesi ve ayazmasına ulaşıyoruz. Avlusu geniş ferah bir yer. Ayazma günümüzde de İstanbullular ve Hıristiyanlar için şifa bulma yeri olarak kullanılıyormuş.

Buradan çıkıp derviş zade sokağını tırmanıyoruz ve İvaz Efendi camiyi görüyoruz. Caminin içini gezemiyoruz çünkü kapısı kapalı. Oysaki öğrendiğime göre bir Mimar Sinan eseri olan bu cami mimari özellikleri bakımından eşsiz güzellikte olup 1585 tarihliymiş.











Eğer kendimizi dinç hissetseydik ivaz efendi camisinden itibaren yokuş çıkmayı göze alıp kariye müzesine gidecektik fakat bu geziyi başka bir tarihe erteleyip sahilden otobüse binip Eminönü geçip karnımız Erzurum Şehzade Cağ kebapçısında doyurduk.