İstanbul öylesine büyük bir şehir ki yıllardır yaşayıp
gezmeme rağmen hala daha her yerini gördüğümü iddia edemem. Adım atmadığım öyle
noktaları vardır ki bir an evvel o yerleri tarihi dokusu ve doğal güzelliği
bozulmadan gezmek, görmek, hafızama kazımak için can atarım. İşte
zeyrek-fener-balat da bu yerlerden başlıcalarıydı. 23 Nisan resmi tatilini
fırsat bilip bu bölgeleri iki arkadaşımla tüm gün gezdik. Yeri geldi kaybolduk,
yürümekte zorlandık yeri geldi daha önce böyle yerleri nasıl gezmedik diye
hayıflandık, öğrendiğimiz bilgilere şaşkınlığımızı gizleyemedik.
Buluşma noktamızı Eminönü belirleyip oradan otobüse binip
bisikletçiler altgeçidinde indik ve yukarı çıkıp gezimize başladık. Valens
kemerini karşımızda görüyoruz. Türkçe de Bozdoğan kemeri olarak adlandırılan bu
yapı milattan önce 4 y.y Roma devrine kayıtlıdır. Kemer bir su kemeri olup
kentin su ihtiyacının büyük kısmını sağlıyordu. Uzunluğu 900 metre olup iki kat
şeklindedir ve 20 metre yükselliğindedir.
Kemer’e bitişik Gazanfer Ağa medresesini görüyoruz. 1599
yılına ait olan bu eser Osmanlı yapısı olup şu anda karikatür ve mizah müzesi
olarak kullanılıyor.
Yeniden itfaiyeciler caddesi ve kadınlar pazarına geçiyoruz. Buraya
ikinci gelişim, ilk gelişimde kebap yemek için gelmiştim fakat yemeden geri dönmüştüm.
Sağlı sollu dükkânlar, dükkânlarda satılan sakatatlar, organik ürünler, bitkiler,
kahvaltılıklar. Bir açık hava pazarı olarak nitelendirebilirim burayı. Aşağıya
doğru yürürken Hüsambey camii ve Çinili hamamı görüyoruz. Hamam Mimar Sinan
eseri olup kaptanı derya tarafından yaptırılmıştır. Çinili hamamdan sonra
zeyrek’e doğru yürüyoruz ve bir kafe görüyoruz. İçeriyi gezmek, manzarayı
görmek için izin aldığımız beyefendiden bilgiler de alıyoruz. Gezdiğimiz
işletmenin zeyrekhane restaurant olduğunu sonradan öğreniyoruz. İstanbul’a daha
önce hiç bu açıdan bakmadığımı fark ediyorum. Bu alan restore edildikten sonra
rahmi koç müzecilik ve kültür vakfına ait restoran işletmesi olarak
ziyaretçileri ve gezginleri buyur ediyor. Zeyrekhane'nin hemen arkasındaki yapı
bir harabeyi andırsa da restore çalışmalarından ötürü böyle görünüyormuş ve ne
yazık ki burayı gezemiyoruz. Bu yapının adı pantakrator kilisesi olup ayakta
kalan ayasofyadan sonra en büyük Bizans kilisesidir. Üç kiliseden meydana
gelmekte olan bu yapının büyük kilise ii. ioannes komnenos'un birinci eşi
eirene tarafından (1118-1143) yaptırılmış ve hz. isa'ya ithaf edilmiştir. Fetihten
sonra camiye çevrilen bu kiliseye molla zeyrek Mehmet Efendi atanıyor ve zeyrek
camii adı ile anılıyor.
Artık Haliç'e iniyoruz ana caddeye çıkıp yolumuzu biraz uzatıyoruz
ve eski adı cibali tütün fabrikası olan kadir has üniversitesinin arka
tarafından dolaşıyoruz. Cibali kapısından çıkıp tekrar haliç ana yola iniyoruz.
Sahilden fener’e kadar yürüyoruz. Sadık Ahmet caddesinden girip fener Rum
patrikhanesine kadar gidiyoruz. Kilisenin içini ve patrikhaneyi geziyoruz. Orda
bir yetkiliye buranın tam anlamıyla ne olduğunu ve önemini sorduğumuzda,
kendisi Katolikler için Vatikan ne ise Ortodokslar için de bu patrikhane aynı
öneme sahip olduğunu söylüyor ve daha fazla bilgiyi internette resmi sitede
bulabileceğimizi belirtiyor. Patrikhaneden sonra yokuş yürüyoruz ve dar sokaklardan
geçerken buraları Tarlabaşına benzetiyorum. kırmızı okul ve Fener Rum lisesini
buluyoruz. Bir tepe üzerine kurulu olan bu bina kıpkırmızı rengiyle gerçekten
ilgimizi çekiyor. İçeri girmeyi deniyorum fakat kapı kapılı. Aşağı inmek için merdivenli mektep sokağı
kullanıyoruz ve direkt vodina caddesine çıkıyoruz. Notlarıma bakıyorum ve artık
balat’ta olduğumuzu anlıyorum.
Balat yerleşim yerinin tarihine bakınca eskiden İstanbullu Yahudilerin bu
bölgede yaşadığını özellikle fetihten sonra fatihin Yahudileri buraya getirttiğini
öğreniyorum. Daha sonra ispanyadan kaçan Yahudilerinden buraya
yerleştirilmesiyle tam bir Yahudi semti oluyormuş. Bu bölgede ara sokaklarda
kalmış sinagogları görebilirsiniz. Şimdilerde ise balat restorasyonu bekleyen
yapılarıyla ve dizi setleriyle yaşıyor. Daha sonraki durağımız Ferruh Kethüda
Camii. Mimar Sinanın bu eserinin avlusunda biraz soluklanıyoruz. Biraz ileride
de tahta minerali camiyi görüyoruz. Cami İstanbuldaki en eski camilerden biri
olup fetihten beş yıl sonrasına yani 1458 yılında yapılmıştır.
Tekrardan Haliç sahile kadar çıkıyoruz ve balat hastanesini
arıyorum çünkü elimdeki rota tam karşısından girmemizi söylüyor. Kısa bir
yürümeden sonra sokağı bulup içeriye giriyoruz. Meryem ana kilisesi ve
ayazmasına ulaşıyoruz. Avlusu geniş ferah bir yer. Ayazma günümüzde de
İstanbullular ve Hıristiyanlar için şifa bulma yeri olarak kullanılıyormuş.
Buradan çıkıp derviş zade sokağını tırmanıyoruz ve İvaz Efendi
camiyi görüyoruz. Caminin içini gezemiyoruz çünkü kapısı kapalı. Oysaki
öğrendiğime göre bir Mimar Sinan eseri olan bu cami mimari özellikleri
bakımından eşsiz güzellikte olup 1585 tarihliymiş.
Eğer kendimizi dinç hissetseydik ivaz efendi camisinden
itibaren yokuş çıkmayı göze alıp kariye müzesine gidecektik fakat bu geziyi
başka bir tarihe erteleyip sahilden otobüse binip Eminönü geçip karnımız
Erzurum Şehzade Cağ kebapçısında doyurduk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder