13 Ekim Pazar 1.Gün
Yaklaşık 1,5 yıldır planladığımız daha
doğrusu hayal ettiğimiz Balkan Turunu gerçekleştirmeye başlıyoruz. Başlangıç noktamız Tiran. Pasaport
işlemlerimizi yaptıktan sonra şehir merkezine nasıl gideceğimizi öğrenmeye
çalışıyoruz. Minibüsü bulup 2€ ödüyoruz. Servisin dolmasını beklerken önce
Queen-Innuendo sonra Pink Floyd dan The Wall sonra da Oasis çalınca kulaklarıma
inanamıyorum. Türkiye’de böyle bir şeyi duyma ihtimalim nedir diye
tartışıyoruz. Tiran havaalanı ile şehir merkezi arasındaki yol yeşillik. Servis
kalabalık olduğu gibi havalandırması da yetersiz. Kısa bir süre sonra Tiran’a varınca yeni hedefimiz Struga’ya
gitmek için bilet almak. Çünkü direkt Ohrid’e araç yok aktarma yapmamız
gerekecek. Bu bilgiyi daha önceden bildiğimiz için kötü sürpriz olmuyor. İlk
girdiğimiz firma (Drita Travel ) bize yüksek rakam söyleyince başka
alternatifler arıyoruz. Şehirde avare dolaşırken havaalanından servis yapan şoför
turizm acentasını bulamadığımız anlayıp bizi arabasıyla Block Areaya götürdü.
Polluga isimli firmayı önerse de biz o firmayı açık bulamadık herhalde Pazar
günü çalışmıyorlar başka bir acenteden 16.00 aracı için 10 € ya biletimizi
kestirdik. Şehri biraz görmek ve karnımızı doyurmak için 3 saatimiz var.
Tek bir meydan var görülebilecek her şeyi burada görebilirsiniz.
İskender Meydanı, Ethem Bey Camii, Müze, hükümet binası başlıca yerler.
Yemek bulmak için epey bir zorluk yaşıyoruz. Arnavutluk halkı çok fakir,
İngilizce bilen hemen hemen yok gibi neyse ki Duygunun Erasmus tecrübesi
sayesinde kazandığı İtalyanca bilgisi işimize yarıyor. Bir pizzacı bulup büyük
boy margarita pizza ve Ice tea için 550 lek ödüyoruz.1 € 140 Arnavutluk para
birimi olan Lek’e tekabül ediyor. Hava çok sıcak market alışverişimizi
yapıyoruz Durmo Travel ile yapacağımız yolculuk için acenteye gidiyoruz. Yarım
saat bekledikten sonra yola çıkıyoruz. Tahmin edilebileceği gibi otobüslerde
eski ve pis. Kalabalık olmaya başladıkça insanları analiz etmeye çalışıyoruz.
Önce Durres'e varıyoruz. Durres’de deniz kenarı bir şehir burada
da gelişmemişliği görüyoruz. Mola yerinde duruyoruz ama cebimizde hiç Lek olmadığı
için bir şeyler alamıyoruz. Yollar çok karanlık ve bazı kesimleri tehlikeli
virajlar barındırıyor aynı zamanda asfalt da değil.
Nihayet Makedonya sınırına varıyoruz. Sınırlarda sıkıntı
olabiliyor ve bizde bunu gezimizin neredeyse her sınır geçişlerinde yaşıyoruz.
Makedonya sınırında polis otobüs içerisinde kontrol yaparken arkadaki
insanlarda sorun olduğunu anlıyoruz. Polis arka koltuklarda oturan bir genci çocuk
gibi azarlamaya başlıyor. Anladığım kadarıyla pasaportsuz geçmeye çalışıyorlar.
4.5 saatlik yolculuğun sonunda Struga’ya varıyoruz. Otobüs bizi yol kenarında bırakıyor ve
taksicilerin kucağına atıyor. Bir şekilde içlerinden birisiyle anlaşıyoruz. 8 €
karşılığında bizi Ohrid’e götürüyor.
Taksici almanca biliyor musunuz diye soruyor olumsuz cevap veriyoruz.
Kendisi iyi bir şoför ve yardımcı oluyor bize otel öneriyor. 15-20 dakika
içinde yaklaşık olarak 12 km Struga-Ohrid
arası. Önerdiği Jovan Apartment’e giriyoruz. Duygunun bana son gün gönderdiği
otel bu diye aklımda kalmış. Tesadüfü bir şekilde bu oteli buluyoruz. Beklentilerimiz
karşıladığı için 2 kişi 25 € bedel ödeyip hemen dinlenmeye koyuluyoruz.
14 Ekim Pazartesi 2.Gün
|
Ohrid |
Sabah erken kalkıp göl kenarına iniyoruz. Manzara etkileyici ve
göl her saat başka bir güzellik sunuyor insana. Ohrid’e dair ilk izlenimlerin
sessiz, sakin huzur verici bir yer. Kahvaltı için bir pastaneye gidiyoruz. Ispanak
ve peynirli Börek ve değişik bir çay ile karnımızı doyurduktan sonra hostele
gidip Jovan ile görüşüp bir gece daha kalacağımızı söylüyoruz. İlk gece
kaldığımız odayı değiştirmemiz gerekiyormuş. Eşyaları bırakır bırakmaz geziye
başlıyoruz. Dar ve taş mimarili bezenmiş sokaklardan geçerek ilk kiliseye
varıyoruz.
Ayasofya kilisesi, mimarisi ve akustiği ile dikkat çekici.
Müzik festivalleri burada yapılıyormuş. Giriş için Makedon dinarı olmadığından
tekrar merkeze iniyoruz ve para bozduruyoruz. Bu kiliseyi sadece Duygu geziyor.
Nedense içeri girmeyi istemedim.
Antik tiyatroyu geçiyoruz. Yol üstünde yine kiliseler görüyoruz.
Burada 365 gün için 365 tane kilise inşa edildiği rivayeti söyleniyor. Ardından Bizans döneminin en önemli
kilisesi olan St.
Panteleymon Kilisesi'ni gördük. Göl manzaralı muhteşem bir kilise
daha. Burada Balkanlar'ın en eski üniversitesi kurulmuş. Şu anda da kilisenin
bahçesinde yapılan kazılarda bu üniversitenin kalıntıları çıkartılıyor. Hummalı
bir çalışma söz konusu.
Sonra kaleye çıkıyoruz aslında
buradan direkt St. Kaneo kilisesine
iniş varmış ama fark edemeyince bir aşağı bir yukarı yürüyoruz. Samuel kalesine
çıkıp hem göl manzarasını hem de Ohrid yerleşimini izliyoruz.
Artık aşağıya iniyoruz. Farklı
yollardan yürümeye çalışarak farklı güzellikler görmeyi arzu ediyoruz. Sv. Bogorodica Perivlepta Kilisesini
geziyoruz. Freskler etkileyici çok eski bir kilise. Daha sonra hemen
yakınındaki arkeoloji müzesine girmeye niyetleniyoruz fakat kapalı.
Ufak ufak çokça kiliseyi gezdikten
sonra Ayasofya kilisenin altındaki oturma yerlerinde dinleniyoruz ve yemek için
merkeze gidip pizza ve lazanya yiyerek Makedon birasını Skopsko’yu
yudumluyoruz. Burada tanıştığımız iki Türk ile muhabbet ediyoruz.
Eski Ohrid’i bir de tekne ile görelim
istiyoruz. 8 euroya anlaşıyoruz. Tekneyi kullanan adam gayet sıcakkanlı bizim
fotoğrafımız çekiyor, rehberlik ediyor. St.
Kaneo kilisesine gidiyoruz. Bu kilise “Before The Rain” filmiyle turizm
noktası olmuş. Manzarası bir muhteşem ki akşam da buraya gelmeyi planlıyoruz. Bunun
mümkün olup olmadığını sorunca olumlu cevap alıyoruz ve akşam gelmeye
niyetleniyoruz.
Tekne turu mutlaka yapılması
gerekiyor kişinin ruhunda çok güzel bir tat, hoşluk, sakinlik yaratıyor. Sahilde
biraz yürüdükten sonra artık göremediğimiz tek yer Sveti Naum var. Gitmek istiyoruz ve taksicilerle pazarlığa
başlıyoruz. İngilizce bilmedikleri için epey zorlanıyoruz 25 € olan ücreti 20 €’ya
indirip yaklaşık 30 km ötedeki bu muhteşem yere gidiyoruz.
Sveti naum’un bulunduğu yerde aynı
zamanda bir de pınar var ve Ohrid gölünün kaynağını görebilirseniz fakat biz akşamüstü
vakti gittiğimizde ve gezimizi tamamladığımızda hava karardığı için sandalla bu
geziyi gerçekleştiremedik. Hatta manzaranın büyüsüne o kadar kapıldık ki kilisenin
içini dahi gezemedik. Bahçede tavus kuşları var. Bu zamana kadar o kuşların hiç
uçmadığını tabiri caizse ağırbaşlı olduğunu sanıyordum ama onları ağaçtan ağaca
uçarken görünce ağzım açık kaldı. Aynı şaşkınlığı Duygu da gizleyemedi.
Sv.Naum öyle şahane
manzara sunuyor ki kendimi göle atmamak için zor tutuyorum kendimi.
Akşam karnımızı doyurmak için Belvedere
Restaurana gidiyoruz. Şansımıza canlı müzik yapan müzisyenler var. Makedon
müziklerini dinlemeyi hayal ederken mekândaki Türklerin fazla oluşu itibariyle
müzikler nota değiştirip Türk ezgilerine kayıyor. Orkestra bir ara Beatles’dan
da şarkılar çalmaya başlayınca keyifleniyoruz. Bunun üstüne aynı mekânda
üniversiteden arkadaşımıza denk gelince keyfimiz artıyor. Sıcak bir muhabbet ve
bir fincan kahve ile geceyi sonlandırıyoruz. Mekândaki yemeklerde hem lezzetli
hem de zengin porsiyonları olmasına rağmen gayet ekonomik.
15 Ekim Salı 3. Gün
Sabah biletimizi Üsküp için alıyoruz.
Yaklaşık 850 mkd ödüyoruz. Yol 3.5 saat sürüyor. Planımız günü Üsküp'te geçirip
akşam Belgrad’a yollanmak. Nitekim otogara gelir gelmez Belgrad biletimizi
alıyoruz. 23 € bilet ücreti.
Üsküp’te kapalı bir hava bizi
karşılasa da gün içinde sıcaklık artıyor ve güneş yüzünü gösteriyor. Üsküp, Vardar nehriyle ikiye
ayrılmış. Bir tarafta Avrupalı görüntüsü çizmeye çalışan Hıristiyan toplum
diğer tarafta Türk –Arnavut Müslüman Tarafı. Çok fazla görülecek yer olsa da
hemen hemen hepsi birbirine yakın yerlerde. Şehir de her tarafta heykel, anıt
görülebilir. Hatta Vodna dağının zirvesinde uzaklardan görülebilecek bir haç
var. Bu hacın amacı Üsküp şehrinin Hristiyan kimliğine vurgu yapmak.
Taşköprü ise bir hayal kırıklığı
yarattı bende. 1451-1469 yılları arasından yapılan bu köprü 220 metre
uzunluğunda 6 metre genişliğinde ve 12 kemeri bulunuyor. Adana’daki Taşköprü
daha güzel diye düşünüyorum. Bir de şehir de hummalı bir çalışma var Nehir’e
bırakılan molozlar, tarihi yerlerdeki şantiye alanları bende Üsküp 5 10 yıl
sonra daha güzel bir yer olabilir diye düşünmeme sebep oluyor. Rahibe Terasa
evini gezdikten sonra Paris' teki kapıya benzer bir kapı var. Park sayısı çok
fazla.
Tarihi yapılardaki çalışmalar ben de
acaba duygusunu da uyandırıyor. Yapay bir şehir mi yaratılmaya çalışılıyor,
2014 Üsküp projesi ile Balkanlarını Parisi yaratma çabası ve antik bir şehre dönüştürme,
Helenistik kültürün izlerini canlandırma Osmanlı izlerini silme çabası olarak
da yorumlanabilir.
Türk tarafındaki camileri, baş
çarşıyı ve kaleyi de gezdikten sonra Destan köftecisinde karnımızı doyuyoruz. Bu
yakada kendimizi Türkiye’de gibi hissediyoruz. Lokantalar, kahvehaneler,
hamamlar, Osmanlı mimarisine ait evler, Arnavut kaldırımlı sokaklar, gümüş
kubbeli camileri ile silinmeye çalışılan Osmanlı izlerini en güzel şekilde
burada korunmuş gördüm. Fakat bayram olması itibariyle Türk esnaf dükkanlarını
kapatmış bayramlarını kutluyorlar.
Sonra tekrardan köprüleri, meydanları
ve parkları dolaşıyoruz. St. Clement kilisesine
gitmeye niyetleniyoruz fakat şehirdeki turistik haritalarda fotoğrafını
göremeyince sormadan bulamayacağımızı anlıyoruz. Neyse ki uzun bir yürümeden
sonra Kiliseye geliyoruz. Banklarda biraz dinlendikten sonra İskender Meydanına
geri dönüyoruz. Meydan hareketlenmiş. Bir tatlı alıyorum pastaneden. Donut gibi
içi çikolatalı çok daha büyük ve ucuz.
|
Taşköprü
Üsküp |
Akşam bir mekâna gidiyoruz hem
karnımızı doyuralım hem de ısınalım.
Artık otobüs saatimiz yaklaşınca
yürümeye başlıyoruz. Kısa bir yürüyüşten sonra otogara vardık. MKD'lerimiz Euro
yapıyoruz. Otogarın içinde kumarhane
var.
Sırbistan otobüsünü beklerken dikkat ediyoruz
burada erkekler spor eşofmanlarıyla gezmeyi çok seviyor. Çok fazla sayıda bu
şekilde giyinen erkek gördük. Çantalarımızı verirken adam bizden bir şey
istiyor anlamıyoruz sonra para istediğini öğrenince şaşırıyoruz ve üzerimizde
hiç MKD olmadığını söylemeye çalışıyoruz sonunda Euro olarak ödemeyi
yapabiliyoruz.
Otobüs bir hayli soğuk tam
arkamızdaki klima ızgarası kapanmıyor ve rahatsız ediyor. İmdatımıza arkamızda
oturan beyfendi yetişiyor ve bant ile ızgarayı bantlıyor. Tecrübeli ki yanında
bu durumlar için bant taşıyor. Teşekkür ediyoruz kendisine. Yol rahat geçiyor.
Sabah erken saatlerde Belgrad’a
varıyoruz. Hava daha aydınlanmamış ve planımız yok. Önceliğimiz
konaklayabileceğimiz bir hostel bulmak. Otogar içinde bir sağ bir sola
yürüyoruz sonra biraz daha uzaklaşıp yolda insanlara sormaya çalışıyoruz. Duygu
hostellerin sadece isimlerini yazmış ne adres ne telefon bilgisini yazmayı akıl
edememiş. Bu yüzden sorduğumuz kişiler bize yardımcı olamıyor. Exchange Office
deki kadın bize hostellerin nerde olduğunu anlatıyor ve bir harita veriyor.
Çıktığımız gibi de taksicilerin tuzağına düşüyoruz. Onlara da hostelleri
soruyoruz ve bir tanesinin yerini bildiğini bizi oraya götürebileceğini
söylüyor. İstediği ücreti fazla buluyoruz pazarlık sonucunda 800 dinar’a inebiliyoruz.
10 dakikalık yolculuktan sonra bizi o hostele getiriyor. Montmarte hostel, genç
bir kızı uykusundan ettiğimizi anlıyoruz bize odayı gösteriyor. Duygunun içine
çok sinmiyor. Hemen karşıdaki hostele çıkıyoruz orası da çok pahalı geliyor.
Biraz yılgınlıkla sokaklarda yürümeye başlıyoruz. Knez mihajlova caddesine
geldiğimizde şuradan girelim diyorum ve bir kapı zilinde hostel adı (Main Street) görüyoruz. Zile basıp
yukarı çıkıyoruz. Bina çok eski ama tarihi bir bina olduğu da aşikâr. Geceliği 10 €
16 Ekim Çarşamba 4.gün
|
Belgrad sokakları |
Uykumuzu aldıktan sonra Belgrad’ı
keşif için heyecanlanıyorum. Hosteldeki sorumlu kadınla muhabbet ediyorum
duyguyu beklerken. Çay yapıp sandviçler ile kahvaltıyı yaptıktan sonra dışarı
çıkıyoruz. Fakat hava sağanak yağmurlu. Hosteldeki kızdan aldığımız şemsiye
yetmiyor ve bir şemsiye daha almak zorunda kalıyoruz. Kaleye doğru gidiyoruz
ama yağmur durmuyor. Biraz sokaklarda dolaşıyoruz. Öyle yağmur yağıyor ki
fotoğraf çekmek ne mümkün. Şemsiyeyi bir dakika bile indiremiyoruz.
Bu sebepten ötürü bir minibüse
binersek belki şehri gezeriz diye düşünüyoruz. Önceki araştırmamıza göre
numarasını öğrendiğimiz araca biniyoruz. Epey bir yol gittikten sonra şehirden
uzaklaştığımızı fark ediyorum. Şoföre nerede olduğumuzu ve geri dönmek
istediğimizi söylüyorum beni anlamıyor neyse ki arkada oturan kadın yardımcı
oluyor ve bu durakta inip hangi otobüslere bineceğimizi söylüyor. Bunca yolu
boşuna gittik anlaşılan. Hemen bir otobüs bulup tekrar merkeze iniyoruz. Zaman
kaybettik ama biraz dinlenmiş olduk.
Öğlen yemeğini Mikan House ‘da yiyoruz. Porsiyonlar gayet doyurucu ve leziz. Tek engel
domuz eti tüketmiyorsanız seçim şansınız azalıyor. Yemeğe yedikten sonra
Hostele geri dönüp ayakkabılarımız değiştiriyoruz. Uzun bir yürüyüşe çıkıyoruz.
Hava rüzgârlı ve serin şansımıza yağmur kesildi. St. Sava Katedraline gidiyoruz. Dünyadaki em büyük Ortodoks kilisesinin
içi tadilatta olduğu için pek göremiyoruz ama dışarıdan bakıldığında epey görkemli.
Aynı yol üzerinde geri dönerken St. Mark kilisesi ve taşmejdanı görüyoruz ama
buraya yarın gelmeye karar veriyoruz.
Tüm
gece bir sonraki planımızı netleştirmeye çalışıyorum ama bir türlü sonuç
bulamıyorum. Galiba Belgrad'da kalıp buradan geri döneceğiz. Bosna’ya gidersek
oradan Tirana nasıl döneceğimiz hakkında kesin bilgi bulamadım üstelik Hırvatistan’a
uğrama gibi bir durum olursa vizem olmadığı için sorun yaşamaktan çekiniyorum. Bildiğimiz
yoldan geri dönüp burada tatil yapabiliriz.
17 Ekim Perşembe 5.gün
Dün aldığımız tavsiye üzerine Tesla müzesine gidiyoruz. Erken
saatlerde gidersek İngilizce rehber ile gezme şansımızı olacakmış. Müzeye yetişiyoruz.
Önce film gösterimi ile başlayan gezi sonra uygulamalı deneylerle
gerçekleşiyor. Geziyi yaşı küçük İngiliz çocuklarla gerçekleşince birçok
protipte çok keyfi alıyoruz. Tesla’nın külleri de müzede bir küre içinde yer
alıyor.
|
Belgrad- taşmeydan arkada St.Mark kilisesi |
Hava yine kapalı ve soğuk fakat
motivasyonumda gram azalma yok. Tajmeydanını içinden geçerek St. Mark kilisesini geziyoruz. Gelip
dua eden, fotoğrafları öpüp istavroz çıkaran insanları izliyoruz.
Dün çok yağmur yağdığı için kaleyi
tam olarak gezememiştik. Meğerse hiç gezememişiz. Kaleyi baştan sona
adımlıyoruz. Muhteşem bir Sava ve Tuna manzarası sunuyor. Üstelik ikisinin
birleştiği noktada soğuk havaya rağmen bu güzel görüntüyü izliyoruz.
Kaleden çıktıktan sonra St. Michael's Cathedrali diğer adıyla saborna crvka’ya giriyoruz. Burada da
oturup insanların ibadetlerini izliyoruz. Biraz dinlenme fırsatı bulduktan
sonra Knez Mihajlova caddesine
yürüyüp arka sokaklardan keşif ediyoruz ve bir sokak gözümüze çarpıyor. Rengârenk
Şemsiyelerle sokağın üstüne kapatmışlar.
Diğer bir sokakta Jelana Jankovice
benzer bir kadın görüyorum beki de gerçekten kendisi. Göz göze geldiğimiz anda
gülümsüyoruz birbirimize.
Knez mihajlova üzerinde bir cafede
oturup bir kahve içelim diyoruz. Dışarıda oturmayı tercih ettiğimizden biraz
üşüyoruz. Neyse ki üzerimize polarlar veriyorlar. Güzel bir zaman geçirdikten
sonra Hostel’e geri dönüyoruz.
18 Ekim Cuma 6.gün
|
Zemun |
Bu sabah rotamız Zemun. Savanın öteki tarafında kalan bu yerleşim yeri ufak, eski ve
birbirine benzeyen binalarıyla dikkat çekiyor. Burası da gayet sakin
parklarıyla nehir kenarından yürüyüş alanıyla hoşumuza gidiyor. Tırmanmaya başlıyoruz, Gardos Kulesi diğer adıyla Millenyum
Kulenin tepesine çıkıp baktığımızda göz alıcı bir Zemun ve Sava manzarası
bizi karşılıyor.
Mezarlığı geçip arka sokaklarda tavsiye
üzerine gitmeye karar verdiğimiz Balkan
Ekspresi adlı restoranı arıyoruz. Nihayet buluyoruz burası da gayet popüler
ki yer bulmakta sıkıntı çekiyoruz. Güzel bir manzara sunuyor bu mekânda.
Hava kararmaya başladı ve nehir
kenarında yürüyüş yaparken ay bize karanlık olmayan yüzünü de gösteriyor.
Akşam Belgrad merkeze geri dönüş ve bir
muffin ve ekspresso ile meydana bakan bir kafede hem bir şeyler atıştırdık hem de dinlendik.
19 Ekim Cumartesi 7.gün
Bugün dönüş günümüz. Sabah erkenden
kalkıp hazırlıklarımız yapıp vedamızı ediyoruz ve otogara yürüyoruz. Hava
güneşli Belgrad parlak ve canlı yüzünü bizden esirgemiyor tüm bunlardan ötürü hiç
veda edesim gelmiyor. Yol üzerindeki pastanelerden atıştırmalık yolluk
alıyoruz. Bu insanlar bu kadar hamur işini yiyip de nasıl bu kadar fit
kalabiliyorlar şaşırıyorum. Öğreniyorum ki hepsinin özellikle gençlerin sporla
arası çok iyi. Ada ciganlija diye bir bölgede hava güzel olduğu vakit herkes
spor yapıyormuş. Kısıtlı gün sayısı ama daha çok havanın ilk iki gün yağışlı
olmasından ötürü oraya gidemiyoruz. Oraya gitme fırsatı bulamıyoruz.
Otogarı bulmamız
kolay oluyor ama otobüsün kalkacağı yer bulmakta zorluk çekiyoruz. Çünkü anladığımız
kadarıyla bir uluslararası otogar bir de yerel çalışan otogar var. Zor da olsa
koltuğumuza yerleşiyoruz ve bitmek bilmeyen yolculuğumuza başlıyoruz. Normalde
5 saat sürmesi gereken yolculuk 9 saati aşıyor. Tüm Doğu Sırbistanı geziyoruz.
Her küçük yerleşim yerinde bile otogarda giriyoruz Üstelik obüste hiçbir ikram yok.
Üsküp’ten Belgrad'a gelirken bir sandviç içecek ikramı olmuştu. 22 € asla
karşılayacak hizmet göremiyoruz. Bunun üstüne bir de Makedonya sınırında bir
saati aşan bekleyişimiz olunca tedirgin olmaya başlıyorum. Akşam 20.45 de
Üsküp'e geldiğimizde tirana bilet sorduğumuzda sadece 21.00 de olduğunu
öğrenince panikliyoruz. Bir sonraki sefer sabah ve bu uçağı kaçırmamız demek.
Oysaki Üsküp’de biraz zamanımızın olabileceğini,
biletimizi geceye alıp yapıp karnımızı doyurabileceğimizi düşünmüştük. Oysaki
hiçbir şey yapamıyoruz ve direkt otobüse biniyoruz. Ayrıca otobüs değil küçük minibüsle
yolculuğumuzu gerçekleştiriyoruz.
Açlıktan olsa gerek yol boyunca
devamlı uyuyoruz. Mola verdiğimiz yerde iniyorum ve buranın ilk gece Tiran'dan
Ohrid'e geçerken mola verdiğmiiz yer olduğunu anımsıyorum.
Geçen Pazar heyecanla yolculuğumuz
başladığında ilk mola verdiğimiz yerdi burası şimdi ise yaşadığımız birçok
güzel anı ve birikimle dönüş yolumuzda mola verdiğimiz son yer. Bu kısa bir
hafta ne kadar çabuk geçti diyorum ve gezmenin, seyahat etmenin ne müthiş bir
şey olduğunu farkına bir kez daha varıyorum.
Sabah 04.00 gibi Tiran’a gelince bir
eyvah çekiyorum ne yapacağız saat 11 e kadar. Yemek için bir aşağı bir yukarı
geziniyoruz ne yazık ki kahvehane tarzı yerlerden başka açık bir yer
bulamıyoruz. En mantıklı durumun hava alanına gitmek olduğunu söylüyorum
Duygu’ya. Taksiciyle zar zor pazarlık yaptıktan sonra havaalanına gidiyoruz ve
oradaki restoranta karnımız doyurup çay içiyoruz. Sonra boş bir oturma sırası
arıyorum kısa sürede bulup sırayla uyuyalım teklifi yapıyorum. Saat 11'e kadar
uyuyup uyanıyoruz. İnsanları izliyoruz. Havaalanında geçirdiğim en uzun süre
olarak tarihe geçiyor.
Uçağı binip İstanbul’a dönüş yoluna koyuluyoruz.
Pilottan bir isteğim oluyor o da beni kırmıyor. Bu güneşli havada tüm yolu
izleyerek gitmek istiyorum ve nitekim de öyle oluyor. Özellikle Marmara denizin
başladığı noktadan Sabiha Gökçen havaalanına kadar tüm yolu izliyorum.