20 Kasım 2013 Çarşamba

Arnavutluk-Makedonya-Sırbistan gezimden notlar

13 Ekim Pazar 1.Gün


Yaklaşık 1,5 yıldır planladığımız daha doğrusu hayal ettiğimiz Balkan Turunu gerçekleştirmeye başlıyoruz. Başlangıç noktamız Tiran. Pasaport işlemlerimizi yaptıktan sonra şehir merkezine nasıl gideceğimizi öğrenmeye çalışıyoruz. Minibüsü bulup 2€ ödüyoruz. Servisin dolmasını beklerken önce Queen-Innuendo sonra Pink Floyd dan The Wall sonra da Oasis çalınca kulaklarıma inanamıyorum. Türkiye’de böyle bir şeyi duyma ihtimalim nedir diye tartışıyoruz. Tiran havaalanı ile şehir merkezi arasındaki yol yeşillik. Servis kalabalık olduğu gibi havalandırması da yetersiz. Kısa bir süre sonra Tiran’a varınca yeni hedefimiz Struga’ya gitmek için bilet almak. Çünkü direkt Ohrid’e araç yok aktarma yapmamız gerekecek. Bu bilgiyi daha önceden bildiğimiz için kötü sürpriz olmuyor. İlk girdiğimiz firma (Drita Travel ) bize yüksek rakam söyleyince başka alternatifler arıyoruz. Şehirde avare dolaşırken havaalanından servis yapan şoför turizm acentasını bulamadığımız anlayıp bizi arabasıyla Block Areaya götürdü. Polluga isimli firmayı önerse de biz o firmayı açık bulamadık herhalde Pazar günü çalışmıyorlar başka bir acenteden 16.00 aracı için 10 € ya biletimizi kestirdik. Şehri biraz görmek ve karnımızı doyurmak için 3 saatimiz var.

Tek bir meydan var görülebilecek her şeyi burada görebilirsiniz. İskender Meydanı, Ethem Bey Camii, Müze, hükümet binası başlıca yerler.

Yemek bulmak için epey bir zorluk yaşıyoruz. Arnavutluk halkı çok fakir, İngilizce bilen hemen hemen yok gibi neyse ki Duygunun Erasmus tecrübesi sayesinde kazandığı İtalyanca bilgisi işimize yarıyor. Bir pizzacı bulup büyük boy margarita pizza ve Ice tea için 550 lek ödüyoruz.1 € 140 Arnavutluk para birimi olan Lek’e tekabül ediyor. Hava çok sıcak market alışverişimizi yapıyoruz Durmo Travel ile yapacağımız yolculuk için acenteye gidiyoruz. Yarım saat bekledikten sonra yola çıkıyoruz. Tahmin edilebileceği gibi otobüslerde eski ve pis. Kalabalık olmaya başladıkça insanları analiz etmeye çalışıyoruz.

Önce Durres'e varıyoruz. Durres’de deniz kenarı bir şehir burada da gelişmemişliği görüyoruz. Mola yerinde duruyoruz ama cebimizde hiç Lek olmadığı için bir şeyler alamıyoruz. Yollar çok karanlık ve bazı kesimleri tehlikeli virajlar barındırıyor aynı zamanda asfalt da değil.

Nihayet Makedonya sınırına varıyoruz. Sınırlarda sıkıntı olabiliyor ve bizde bunu gezimizin neredeyse her sınır geçişlerinde yaşıyoruz. Makedonya sınırında polis otobüs içerisinde kontrol yaparken arkadaki insanlarda sorun olduğunu anlıyoruz. Polis arka koltuklarda oturan bir genci çocuk gibi azarlamaya başlıyor. Anladığım kadarıyla pasaportsuz geçmeye çalışıyorlar.

4.5 saatlik yolculuğun sonunda Struga’ya varıyoruz. Otobüs bizi yol kenarında bırakıyor ve taksicilerin kucağına atıyor. Bir şekilde içlerinden birisiyle anlaşıyoruz. 8 € karşılığında bizi Ohrid’e götürüyor.  Taksici almanca biliyor musunuz diye soruyor olumsuz cevap veriyoruz. Kendisi iyi bir şoför ve yardımcı oluyor bize otel öneriyor. 15-20 dakika içinde yaklaşık olarak 12 km Struga-Ohrid arası. Önerdiği Jovan Apartment’e giriyoruz. Duygunun bana son gün gönderdiği otel bu diye aklımda kalmış. Tesadüfü bir şekilde bu oteli buluyoruz. Beklentilerimiz karşıladığı için 2 kişi 25 € bedel ödeyip hemen dinlenmeye koyuluyoruz.

14 Ekim Pazartesi 2.Gün

Ohrid
Sabah erken kalkıp göl kenarına iniyoruz. Manzara etkileyici ve göl her saat başka bir güzellik sunuyor insana. Ohrid’e dair ilk izlenimlerin sessiz, sakin huzur verici bir yer. Kahvaltı için bir pastaneye gidiyoruz. Ispanak ve peynirli Börek ve değişik bir çay ile karnımızı doyurduktan sonra hostele gidip Jovan ile görüşüp bir gece daha kalacağımızı söylüyoruz. İlk gece kaldığımız odayı değiştirmemiz gerekiyormuş. Eşyaları bırakır bırakmaz geziye başlıyoruz. Dar ve taş mimarili bezenmiş sokaklardan geçerek ilk kiliseye varıyoruz.

Ayasofya kilisesi, mimarisi ve akustiği ile dikkat çekici. Müzik festivalleri burada yapılıyormuş. Giriş için Makedon dinarı olmadığından tekrar merkeze iniyoruz ve para bozduruyoruz. Bu kiliseyi sadece Duygu geziyor. Nedense içeri girmeyi istemedim.

Antik tiyatroyu geçiyoruz. Yol üstünde yine kiliseler görüyoruz. Burada 365 gün için 365 tane kilise inşa edildiği rivayeti söyleniyor. Ardından Bizans döneminin en önemli kilisesi olan St. Panteleymon Kilisesi'ni gördük. Göl manzaralı muhteşem bir kilise daha. Burada Balkanlar'ın en eski üniversitesi kurulmuş. Şu anda da kilisenin bahçesinde yapılan kazılarda bu üniversitenin kalıntıları çıkartılıyor. Hummalı bir çalışma söz konusu.

Sonra kaleye çıkıyoruz aslında buradan direkt St. Kaneo kilisesine iniş varmış ama fark edemeyince bir aşağı bir yukarı yürüyoruz. Samuel kalesine çıkıp hem göl manzarasını hem de Ohrid yerleşimini izliyoruz.

Artık aşağıya iniyoruz. Farklı yollardan yürümeye çalışarak farklı güzellikler görmeyi arzu ediyoruz. Sv. Bogorodica Perivlepta Kilisesini geziyoruz. Freskler etkileyici çok eski bir kilise. Daha sonra hemen yakınındaki arkeoloji müzesine girmeye niyetleniyoruz fakat kapalı.

Ufak ufak çokça kiliseyi gezdikten sonra Ayasofya kilisenin altındaki oturma yerlerinde dinleniyoruz ve yemek için merkeze gidip pizza ve lazanya yiyerek Makedon birasını Skopsko’yu yudumluyoruz. Burada tanıştığımız iki Türk ile muhabbet ediyoruz.

Eski Ohrid’i bir de tekne ile görelim istiyoruz. 8 euroya anlaşıyoruz. Tekneyi kullanan adam gayet sıcakkanlı bizim fotoğrafımız çekiyor, rehberlik ediyor. St. Kaneo kilisesine gidiyoruz. Bu kilise “Before The Rain” filmiyle turizm noktası olmuş. Manzarası bir muhteşem ki akşam da buraya gelmeyi planlıyoruz. Bunun mümkün olup olmadığını sorunca olumlu cevap alıyoruz ve akşam gelmeye niyetleniyoruz.

Tekne turu mutlaka yapılması gerekiyor kişinin ruhunda çok güzel bir tat, hoşluk, sakinlik yaratıyor. Sahilde biraz yürüdükten sonra artık göremediğimiz tek yer Sveti Naum var. Gitmek istiyoruz ve taksicilerle pazarlığa başlıyoruz. İngilizce bilmedikleri için epey zorlanıyoruz 25 € olan ücreti 20 €’ya indirip yaklaşık 30 km ötedeki bu muhteşem yere gidiyoruz.

Sveti naum’un bulunduğu yerde aynı zamanda bir de pınar var ve Ohrid gölünün kaynağını görebilirseniz fakat biz akşamüstü vakti gittiğimizde ve gezimizi tamamladığımızda hava karardığı için sandalla bu geziyi gerçekleştiremedik. Hatta manzaranın büyüsüne o kadar kapıldık ki kilisenin içini dahi gezemedik. Bahçede tavus kuşları var. Bu zamana kadar o kuşların hiç uçmadığını tabiri caizse ağırbaşlı olduğunu sanıyordum ama onları ağaçtan ağaca uçarken görünce ağzım açık kaldı. Aynı şaşkınlığı Duygu da gizleyemedi.

Sv.Naum öyle şahane manzara sunuyor ki kendimi göle atmamak için zor tutuyorum kendimi.
Akşam karnımızı doyurmak için Belvedere Restaurana gidiyoruz. Şansımıza canlı müzik yapan müzisyenler var. Makedon müziklerini dinlemeyi hayal ederken mekândaki Türklerin fazla oluşu itibariyle müzikler nota değiştirip Türk ezgilerine kayıyor. Orkestra bir ara Beatles’dan da şarkılar çalmaya başlayınca keyifleniyoruz. Bunun üstüne aynı mekânda üniversiteden arkadaşımıza denk gelince keyfimiz artıyor. Sıcak bir muhabbet ve bir fincan kahve ile geceyi sonlandırıyoruz. Mekândaki yemeklerde hem lezzetli hem de zengin porsiyonları olmasına rağmen gayet ekonomik.

15 Ekim Salı 3. Gün

Sabah biletimizi Üsküp için alıyoruz. Yaklaşık 850 mkd ödüyoruz. Yol 3.5 saat sürüyor. Planımız günü Üsküp'te geçirip akşam Belgrad’a yollanmak. Nitekim otogara gelir gelmez Belgrad biletimizi alıyoruz. 23 € bilet ücreti.

Üsküp’te kapalı bir hava bizi karşılasa da gün içinde sıcaklık artıyor ve güneş yüzünü gösteriyor. Üsküp, Vardar nehriyle ikiye ayrılmış. Bir tarafta Avrupalı görüntüsü çizmeye çalışan Hıristiyan toplum diğer tarafta Türk –Arnavut Müslüman Tarafı. Çok fazla görülecek yer olsa da hemen hemen hepsi birbirine yakın yerlerde. Şehir de her tarafta heykel, anıt görülebilir. Hatta Vodna dağının zirvesinde uzaklardan görülebilecek bir haç var. Bu hacın amacı Üsküp şehrinin Hristiyan kimliğine vurgu yapmak.

Taşköprü ise bir hayal kırıklığı yarattı bende. 1451-1469 yılları arasından yapılan bu köprü 220 metre uzunluğunda 6 metre genişliğinde ve 12 kemeri bulunuyor. Adana’daki Taşköprü daha güzel diye düşünüyorum. Bir de şehir de hummalı bir çalışma var Nehir’e bırakılan molozlar, tarihi yerlerdeki şantiye alanları bende Üsküp 5 10 yıl sonra daha güzel bir yer olabilir diye düşünmeme sebep oluyor. Rahibe Terasa evini gezdikten sonra Paris' teki kapıya benzer bir kapı var. Park sayısı çok fazla.

Tarihi yapılardaki çalışmalar ben de acaba duygusunu da uyandırıyor. Yapay bir şehir mi yaratılmaya çalışılıyor, 2014 Üsküp projesi ile Balkanlarını Parisi yaratma çabası ve antik bir şehre dönüştürme, Helenistik kültürün izlerini canlandırma Osmanlı izlerini silme çabası olarak da yorumlanabilir.

Türk tarafındaki camileri, baş çarşıyı ve kaleyi de gezdikten sonra Destan köftecisinde karnımızı doyuyoruz. Bu yakada kendimizi Türkiye’de gibi hissediyoruz. Lokantalar, kahvehaneler, hamamlar, Osmanlı mimarisine ait evler, Arnavut kaldırımlı sokaklar, gümüş kubbeli camileri ile silinmeye çalışılan Osmanlı izlerini en güzel şekilde burada korunmuş gördüm. Fakat bayram olması itibariyle Türk esnaf dükkanlarını kapatmış bayramlarını kutluyorlar.

Sonra tekrardan köprüleri, meydanları ve parkları dolaşıyoruz. St. Clement kilisesine gitmeye niyetleniyoruz fakat şehirdeki turistik haritalarda fotoğrafını göremeyince sormadan bulamayacağımızı anlıyoruz. Neyse ki uzun bir yürümeden sonra Kiliseye geliyoruz. Banklarda biraz dinlendikten sonra İskender Meydanına geri dönüyoruz. Meydan hareketlenmiş. Bir tatlı alıyorum pastaneden. Donut gibi içi çikolatalı çok daha büyük ve ucuz.

Taşköprü
Üsküp
Akşam bir mekâna gidiyoruz hem karnımızı doyuralım hem de ısınalım.

Artık otobüs saatimiz yaklaşınca yürümeye başlıyoruz. Kısa bir yürüyüşten sonra otogara vardık. MKD'lerimiz Euro yapıyoruz. Otogarın içinde kumarhane var.

Sırbistan otobüsünü beklerken dikkat ediyoruz burada erkekler spor eşofmanlarıyla gezmeyi çok seviyor. Çok fazla sayıda bu şekilde giyinen erkek gördük. Çantalarımızı verirken adam bizden bir şey istiyor anlamıyoruz sonra para istediğini öğrenince şaşırıyoruz ve üzerimizde hiç MKD olmadığını söylemeye çalışıyoruz sonunda Euro olarak ödemeyi yapabiliyoruz.

Otobüs bir hayli soğuk tam arkamızdaki klima ızgarası kapanmıyor ve rahatsız ediyor. İmdatımıza arkamızda oturan beyfendi yetişiyor ve bant ile ızgarayı bantlıyor. Tecrübeli ki yanında bu durumlar için bant taşıyor. Teşekkür ediyoruz kendisine. Yol rahat geçiyor.

Sabah erken saatlerde Belgrad’a varıyoruz. Hava daha aydınlanmamış ve planımız yok. Önceliğimiz konaklayabileceğimiz bir hostel bulmak. Otogar içinde bir sağ bir sola yürüyoruz sonra biraz daha uzaklaşıp yolda insanlara sormaya çalışıyoruz. Duygu hostellerin sadece isimlerini yazmış ne adres ne telefon bilgisini yazmayı akıl edememiş. Bu yüzden sorduğumuz kişiler bize yardımcı olamıyor. Exchange Office deki kadın bize hostellerin nerde olduğunu anlatıyor ve bir harita veriyor. Çıktığımız gibi de taksicilerin tuzağına düşüyoruz. Onlara da hostelleri soruyoruz ve bir tanesinin yerini bildiğini bizi oraya götürebileceğini söylüyor. İstediği ücreti fazla buluyoruz pazarlık sonucunda 800 dinar’a inebiliyoruz. 10 dakikalık yolculuktan sonra bizi o hostele getiriyor. Montmarte hostel, genç bir kızı uykusundan ettiğimizi anlıyoruz bize odayı gösteriyor. Duygunun içine çok sinmiyor. Hemen karşıdaki hostele çıkıyoruz orası da çok pahalı geliyor. Biraz yılgınlıkla sokaklarda yürümeye başlıyoruz. Knez mihajlova caddesine geldiğimizde şuradan girelim diyorum ve bir kapı zilinde hostel adı (Main Street) görüyoruz. Zile basıp yukarı çıkıyoruz. Bina çok eski ama tarihi bir bina olduğu da aşikâr.  Geceliği 10 € 

16 Ekim Çarşamba 4.gün


Belgrad sokakları
Uykumuzu aldıktan sonra Belgrad’ı keşif için heyecanlanıyorum. Hosteldeki sorumlu kadınla muhabbet ediyorum duyguyu beklerken. Çay yapıp sandviçler ile kahvaltıyı yaptıktan sonra dışarı çıkıyoruz. Fakat hava sağanak yağmurlu. Hosteldeki kızdan aldığımız şemsiye yetmiyor ve bir şemsiye daha almak zorunda kalıyoruz. Kaleye doğru gidiyoruz ama yağmur durmuyor. Biraz sokaklarda dolaşıyoruz. Öyle yağmur yağıyor ki fotoğraf çekmek ne mümkün. Şemsiyeyi bir dakika bile indiremiyoruz.

Bu sebepten ötürü bir minibüse binersek belki şehri gezeriz diye düşünüyoruz. Önceki araştırmamıza göre numarasını öğrendiğimiz araca biniyoruz. Epey bir yol gittikten sonra şehirden uzaklaştığımızı fark ediyorum. Şoföre nerede olduğumuzu ve geri dönmek istediğimizi söylüyorum beni anlamıyor neyse ki arkada oturan kadın yardımcı oluyor ve bu durakta inip hangi otobüslere bineceğimizi söylüyor. Bunca yolu boşuna gittik anlaşılan. Hemen bir otobüs bulup tekrar merkeze iniyoruz. Zaman kaybettik ama biraz dinlenmiş olduk.

Öğlen yemeğini Mikan House ‘da yiyoruz. Porsiyonlar gayet doyurucu ve leziz. Tek engel domuz eti tüketmiyorsanız seçim şansınız azalıyor. Yemeğe yedikten sonra Hostele geri dönüp ayakkabılarımız değiştiriyoruz. Uzun bir yürüyüşe çıkıyoruz. Hava rüzgârlı ve serin şansımıza yağmur kesildi. St. Sava Katedraline gidiyoruz. Dünyadaki em büyük Ortodoks kilisesinin içi tadilatta olduğu için pek göremiyoruz ama dışarıdan bakıldığında epey görkemli. Aynı yol üzerinde geri dönerken St. Mark kilisesi ve taşmejdanı görüyoruz ama buraya yarın gelmeye karar veriyoruz.

Tüm gece bir sonraki planımızı netleştirmeye çalışıyorum ama bir türlü sonuç bulamıyorum. Galiba Belgrad'da kalıp buradan geri döneceğiz. Bosna’ya gidersek oradan Tirana nasıl döneceğimiz hakkında kesin bilgi bulamadım üstelik Hırvatistan’a uğrama gibi bir durum olursa vizem olmadığı için sorun yaşamaktan çekiniyorum. Bildiğimiz yoldan geri dönüp burada tatil yapabiliriz.

17 Ekim Perşembe 5.gün

Dün aldığımız tavsiye üzerine Tesla müzesine gidiyoruz. Erken saatlerde gidersek İngilizce rehber ile gezme şansımızı olacakmış. Müzeye yetişiyoruz. Önce film gösterimi ile başlayan gezi sonra uygulamalı deneylerle gerçekleşiyor. Geziyi yaşı küçük İngiliz çocuklarla gerçekleşince birçok protipte çok keyfi alıyoruz. Tesla’nın külleri de müzede bir küre içinde yer alıyor.[1]

Belgrad- taşmeydan arkada St.Mark kilisesi
Hava yine kapalı ve soğuk fakat motivasyonumda gram azalma yok. Tajmeydanını içinden geçerek St. Mark kilisesini geziyoruz. Gelip dua eden, fotoğrafları öpüp istavroz çıkaran insanları izliyoruz.

Dün çok yağmur yağdığı için kaleyi tam olarak gezememiştik. Meğerse hiç gezememişiz. Kaleyi baştan sona adımlıyoruz. Muhteşem bir Sava ve Tuna manzarası sunuyor. Üstelik ikisinin birleştiği noktada soğuk havaya rağmen bu güzel görüntüyü izliyoruz.

Kaleden çıktıktan sonra St. Michael's Cathedrali diğer adıyla saborna crvka’ya giriyoruz. Burada da oturup insanların ibadetlerini izliyoruz. Biraz dinlenme fırsatı bulduktan sonra Knez Mihajlova caddesine yürüyüp arka sokaklardan keşif ediyoruz ve bir sokak gözümüze çarpıyor. Rengârenk Şemsiyelerle sokağın üstüne kapatmışlar.

Diğer bir sokakta Jelana Jankovice benzer bir kadın görüyorum beki de gerçekten kendisi. Göz göze geldiğimiz anda gülümsüyoruz birbirimize.

Knez mihajlova üzerinde bir cafede oturup bir kahve içelim diyoruz. Dışarıda oturmayı tercih ettiğimizden biraz üşüyoruz. Neyse ki üzerimize polarlar veriyorlar. Güzel bir zaman geçirdikten sonra Hostel’e geri dönüyoruz.

18 Ekim Cuma 6.gün

Zemun
Bu sabah rotamız Zemun. Savanın öteki tarafında kalan bu yerleşim yeri ufak, eski ve birbirine benzeyen binalarıyla dikkat çekiyor. Burası da gayet sakin parklarıyla nehir kenarından yürüyüş alanıyla hoşumuza gidiyor.  Tırmanmaya başlıyoruz, Gardos Kulesi diğer adıyla Millenyum Kulenin tepesine çıkıp baktığımızda göz alıcı bir Zemun ve Sava manzarası bizi karşılıyor.

Mezarlığı geçip arka sokaklarda tavsiye üzerine gitmeye karar verdiğimiz Balkan Ekspresi adlı restoranı arıyoruz. Nihayet buluyoruz burası da gayet popüler ki yer bulmakta sıkıntı çekiyoruz. Güzel bir manzara sunuyor bu mekânda.

Hava kararmaya başladı ve nehir kenarında yürüyüş yaparken ay bize karanlık olmayan yüzünü de gösteriyor.

Akşam Belgrad merkeze geri dönüş ve bir muffin ve ekspresso ile meydana bakan bir kafede hem bir şeyler atıştırdık hem de dinlendik.

19 Ekim Cumartesi 7.gün

Bugün dönüş günümüz. Sabah erkenden kalkıp hazırlıklarımız yapıp vedamızı ediyoruz ve otogara yürüyoruz. Hava güneşli Belgrad parlak ve canlı yüzünü bizden esirgemiyor tüm bunlardan ötürü hiç veda edesim gelmiyor. Yol üzerindeki pastanelerden atıştırmalık yolluk alıyoruz. Bu insanlar bu kadar hamur işini yiyip de nasıl bu kadar fit kalabiliyorlar şaşırıyorum. Öğreniyorum ki hepsinin özellikle gençlerin sporla arası çok iyi. Ada ciganlija diye bir bölgede hava güzel olduğu vakit herkes spor yapıyormuş. Kısıtlı gün sayısı ama daha çok havanın ilk iki gün yağışlı olmasından ötürü oraya gidemiyoruz. Oraya gitme fırsatı bulamıyoruz. 

Otogarı bulmamız kolay oluyor ama otobüsün kalkacağı yer bulmakta zorluk çekiyoruz. Çünkü anladığımız kadarıyla bir uluslararası otogar bir de yerel çalışan otogar var. Zor da olsa koltuğumuza yerleşiyoruz ve bitmek bilmeyen yolculuğumuza başlıyoruz. Normalde 5 saat sürmesi gereken yolculuk 9 saati aşıyor. Tüm Doğu Sırbistanı geziyoruz. Her küçük yerleşim yerinde bile otogarda giriyoruz Üstelik obüste hiçbir ikram yok. Üsküp’ten Belgrad'a gelirken bir sandviç içecek ikramı olmuştu. 22 € asla karşılayacak hizmet göremiyoruz. Bunun üstüne bir de Makedonya sınırında bir saati aşan bekleyişimiz olunca tedirgin olmaya başlıyorum. Akşam 20.45 de Üsküp'e geldiğimizde tirana bilet sorduğumuzda sadece 21.00 de olduğunu öğrenince panikliyoruz. Bir sonraki sefer sabah ve bu uçağı kaçırmamız demek.

Oysaki Üsküp’de biraz zamanımızın olabileceğini, biletimizi geceye alıp yapıp karnımızı doyurabileceğimizi düşünmüştük. Oysaki hiçbir şey yapamıyoruz ve direkt otobüse biniyoruz. Ayrıca otobüs değil küçük minibüsle yolculuğumuzu gerçekleştiriyoruz.

Açlıktan olsa gerek yol boyunca devamlı uyuyoruz. Mola verdiğimiz yerde iniyorum ve buranın ilk gece Tiran'dan Ohrid'e geçerken mola verdiğmiiz yer olduğunu anımsıyorum.

Geçen Pazar heyecanla yolculuğumuz başladığında ilk mola verdiğimiz yerdi burası şimdi ise yaşadığımız birçok güzel anı ve birikimle dönüş yolumuzda mola verdiğimiz son yer. Bu kısa bir hafta ne kadar çabuk geçti diyorum ve gezmenin, seyahat etmenin ne müthiş bir şey olduğunu farkına bir kez daha varıyorum.

Sabah 04.00 gibi Tiran’a gelince bir eyvah çekiyorum ne yapacağız saat 11 e kadar. Yemek için bir aşağı bir yukarı geziniyoruz ne yazık ki kahvehane tarzı yerlerden başka açık bir yer bulamıyoruz. En mantıklı durumun hava alanına gitmek olduğunu söylüyorum Duygu’ya. Taksiciyle zar zor pazarlık yaptıktan sonra havaalanına gidiyoruz ve oradaki restoranta karnımız doyurup çay içiyoruz. Sonra boş bir oturma sırası arıyorum kısa sürede bulup sırayla uyuyalım teklifi yapıyorum. Saat 11'e kadar uyuyup uyanıyoruz. İnsanları izliyoruz. Havaalanında geçirdiğim en uzun süre olarak tarihe geçiyor.

Uçağı binip İstanbul’a dönüş yoluna koyuluyoruz. Pilottan bir isteğim oluyor o da beni kırmıyor. Bu güneşli havada tüm yolu izleyerek gitmek istiyorum ve nitekim de öyle oluyor. Özellikle Marmara denizin başladığı noktadan Sabiha Gökçen havaalanına kadar tüm yolu izliyorum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder