30 Aralık 2013 Pazartesi

2013 Yılında İzlediklerim Arasından En İyiler

Yılsonu gelince “Yılın en iyi listeleri” de sıralanmaya başlanır. Ben de bu furyadan uzak kalamadım ve bir liste hazırladım. 2013 yılında izlediğim en iyi filmleri paylaşıyorum. Dikkat edilmesi gereken listedeki 13 filmin yapım tarihinin şu zamana kadar olması yani sadece 2013 yapımı filmler bu listede yer almıyor.  

Tamamen subjektif yargılarla ve kişisel beğeniler ile oluşturulmuş bu listede film seçme kriterlerimden başlıcası film bittiği zaman en kısa sürede bir kez daha aynı ilgiyle izleyebileceğimi düşündüklerim ve ironik olarak sıralamayı da filmlerin yapım tarihine göre yaptım. Liste dışı kalan çok fazla film oldu ve biraz da zorlandım o yüzden listeyi 12 film ile tuttum.

1)      Chunking Express (1994)


2)      C.R.A.Z.Y (2005)


3)      Die Fälscher (2007)


4)      Die Welle (2008)


5)      Celda 211 (2009)


6)      Incendies (2010)


7)      We Need to Talk About Kevin (2011)


8)      Argo (2012)


9)      Jagten (2012)


10)  Tepenin Ardı (2012)


11)  The Imposter (2012)


12)  La vie d’Adéle (2013)


15 Aralık 2013 Pazar


Mahmut Fazıl Çoşkun’un Uzak İhtimal (2009) filminden sonra ikinci filmi olan Yozgat Blues, alışveriş merkezinin zemin katında Fransızca şarkılar söyleyerek eş zamanda belediyenin kursunda müzik kursu veren Yavuz’un (Ercan Kesal ) ve onunla müzik kursu aracılığıyla bağ kuran Neşenin kesişen hikâyesini anlatıyor.

Yavuz ve Neşe şehirdeki yaşantılarından vazgeçerler ve Yozgat’a gidip orada Delila adlı gazinoda sahne almaya başlarlar. İkili bu süreç zarfında bir otel odasını paylaşırken Yozgat'da bir kadın kuaförü açma ve evlenme hayalleri kuran Sabri ve yerel radyo kanallarına program sunan, belediyede şiir dinletileri gerçekleştirilen ve insanı-kâmil adını verdiği “otobiyografik” romanını yazan Kamil ile tanışırlar.
Yozgat Blues için ne tam bir mizah ne de dram filmi denilebilir. Filmde yer alan ince espriler mizah yanını güçlendirirken geneline hâkim olan melankoli ve hüzün havası da dram yönünü güçlendiriyor. Esasen daha çok Yavuz’un ağırlıklı ruhsal betimlemelerini hedefliyor.

Filmin adı Yozgat Blues ama filmde kelimenin anlamıyla ne Yozgat ne de blues (müzik türü) görülebiliyor. Buna rağmen Blues ‘un kelime anlamı olan hüzün filmin geneline yayılmış. Yönetmenin kamera kullanımı da biraz sıkıntılı gerçekleşiyor. Bir izleyici olarak odaklanma sorunu yaşadım. Özellikle bize Yozgat'ın geniş planda gösterilmesini isterdim. Film boyunca Yozgat’ın coğrafyasına, taşra manzarasına dair çok ufak görüntü görebiliyoruz. Yönetmen bu durumu şu şekilde açıklıyor: “ Yozgat’ı bu kadar göstermek başından beri bilinçli bir tercihti. Böylece karakterlere ve onların bize hissettirdiklerine odaklanabilirdik. Otantik taşra manzaraları kullanmayı hiç istemedim dolayısıyla mümkün olduğunca bu tür resimlerden ve mizansenlerden kaçındım”.[1] Sonlardaki iki sahne dışında tüm dış mekânlar pasaj içlerinde çekilmiş. Aynı şekilde Yavuz ve Neşe sahneyi çıktıklarında ne kadar seyirci olduğunu göremeyişimiz, Yavuz’un yüzünün flu görünmesi yönetmenin vermek istediği mesajla da ilişki olabilir.

Türk sinemasının genelinde gördüğümüz taşrayı bir zindan olarak gören, zincirlerini kırıp büyük şehirlere gitmenin hayalin kuran ve büyük şehirde tutunamayan insanların hikâyelerini anlatan filmlerden farklı olarak Yozgat Blues şehirden gelen bir şehirlinin taşrada yolunu kaybetmesi, tutunamaması ve ayak uyduramama durumunu anlatıyor. Bunu yaparken aslında şehirde yaşayan birçok insanın bilmediği taşrada insanların nasıl yaşadığını ve birbirleriyle kurdukları ilişkiyi göstermeye çalışıyor.. Yavuz tam bir şehirli olduğu için tutunamayan oluyor. Neşe ise bu duruma daha kolay ayak uydurabiliyor, Kamil’e sanatsal aktivitelerinde eşlik ederken, Sabri’ye kuaför dükkânı için yardım edip onunla evlenme kararı alıyor. Fransızca şarkıya geri vokal yaparak başlayan kariyerine türkü söyleyerek devam ediyor. Film boyunca Yavuzun söylediği tek şarkı Joe Dassin’in 'L’été Indien' parçasını ise özellikle seçildiğini yönetmen şöyle açıklıyor: “ Özellikle kitsch bir şarkı olsun istediğim doğru. Şarkının duygusu ve sözleri bana Yavuz’un şarkısı olur dedirtti. Yavuz sanki hayali bir sevgiliye söylüyor şarkıyı. Pastırma yazı da zaten tam olarak Yavuz’un durumuna işaret ediyor; yaşlılığa geçerken son küçük bir macera. Hatta filmin adını da bir ara ‘Pastırma Yazı’ olarak değiştirmeyi düşündük ama sonra vazgeçtik.”[2]

Sonuç olarak Yozgat Blues bir şehirlinin taşraya ayak uyduramamasını ve yaşadığı ruhsal gelişimi ve taşra insanlarını olduğu gibi, eleştirmeden, yargılamadan göstermeye çalışan ve mizaha yer yer başvuran samimi bir film.


[1] Mahmut Fazıl Çoşkun Anlatıyor, Altyazı, sayı 134, Aralık 2013 sf.27
[2] Mahmut Fazıl Çoşkun Anlatıyor, Altyazı, sayı 134, Aralık 2013 sf.27

2 Aralık 2013 Pazartesi

La vie d’Adéle - Blue is the warmest color


“La vie d’Adéle” ya da “Blue is the warmest color” lise öğrencisi Adéle’in hayatı keşfetme çabasını, iki kadın arasındaki tutkulu aşk ve sınıf farklılıkları üzerinden bize anlatmaya çalışıyor.

İlk cinsel deneyimini okuldaki erkek arkadaşıyla yaşayan Adéle yine ilk görüşte Emma’ya âşık oluyor ve Emma üzerinden kendisini ve hayatı keşfetmeye ve deneyimlemeye büyük bir şevkle başlıyor. Güzel sanatlarda okuyan Emma'nın kendisini resmettiği tabloya bakarak, ”Tuhaf, bu hem benim hem de değil “ demesi Adéle’in kendini tanıma mücadelesini özetliyor.

Kechiche’nin izlediğim ilk filmi olması itibariyle yönetmenin kamera kullanım tarzını bilmiyordum ama daha ilk dakikadan fark ediyorum ki tüm film yakın çekimlerden oluşacak. Adéle’in dişlerine, dudaklarına, gözlerine, yukarıdan topladığı saçlarına ve vücuduna o kadar yakınız ki sanki onu dikizliyoruz hissine kapılıyorum. Film, bir Adéle güzellemesi gibi durmaya başlıyor. Filmin geneline hakim olan doğallık olgusunu ilk dakikalardan itibaren görüyoruz. Kechiche, oyuncularını filmin büyük bölümünde makyajsız oynamasını istemiş yine oyunculardan senaryoyu dahi bir kere okumalarını, diyaloglarında kelimelerin zorlanmadan kendiliğinden çıkması için ısrar etmesi doğallığa ne kadar önem gösterdiğini fark ediyoruz. Adéle ağladığı zaman akan gözyaşları yemek yerken dudakları kenarında kalan sosları ve burnundan akan sümüğü dakikalarca bize gösteriyor.

Filmin en tartışılan tarafı da şüphesiz ki 10 dakikaya yakın seks sahneleri. Gereğinden uzun tutulan sevişme görüntüleri ve Adéle in tek başına olan sahnelerdeki çıplaklığı kadın vücudunun bir kez daha meta olarak yansıtıldığı şeklinde eleştirildi. Kechiche’ye bir dikizci gibi hareket edip, erkeklerin fantezileri için bu sahneyi çektiği konusunda eleştiriler yöneltildi.  Üstelik oyuncularda bu sahnelerin defalarca çekilmesinden (film genelinde yaklaşık olarak 800 saat çekim yapılmış ve seks sahnesinin çekimi 10 gün sürmüş ) ötürü çok zorlandıklarını dile getirdiler. Fikrimce Kechiche bize tüm yönleriyle en doğallığı ile lezbiyen ilişkiyi göstermiş. Kadın vücudunun ne kadar estetik olduğunu, arzularını tüm çıplaklığı ile yansıtmaya çalışmış. İki kadın arasındaki aşkın en açık seçik haline tanık oluyoruz. Adéle her defasında bize en doğal en yalın ve çıplak halini göstermekten kaçınmıyor.

Filmde anlatılan aşk öyküsü o kadar gerçek olmaya başlıyor ki biz izlerken iki kadının aşk yaşayabileceğini, bir ilişki sahibi olacağını öğrenebiliyoruz. Özellikle bazı toplumlarda genel yargının yıkılması açısından önemli bir rol oynuyor bu film fakat filmin genel amacının bu olduğunu söylemek haksızlık olur. Altın Palmiye ödülünü aldığı vakit Fransa’da eşcinsel evliliğinin de yasallaşması ilginç bir tesadüf olarak görülebilir.

Filmdeki müzik seçimleri, miting, gay pride, Adéle'nin doğum günü partisi ve anaokulundaki çocukların tören sahnesi de iyi çekilmiş sahnelerdi.

Adéle ve Emma arasındaki yıllara dayanan ilişki zamanla da karakterlerin gelişmeye başlamasıyla olgunlaşınca ikili arasındaki aşkın ağır bastığı dönemlerde önemsiz görünen farklar da sınıfsal düzeyde belirginleşmeye başlıyor.

Örneğin iki aile arasındaki yemek sahnelerinde sınıfsal farklılıkları çok bariz görüyoruz. Emma’nın ailesi sanatla ilgi sahibi, açık fikirli, kızlarının sanatsal çalışmalarını destekleyen ve cinsel yönelimini benimsemiş, yemekte istiridye ve deniz ürünleri tüketip sanat konuşabilen karşıt olarak Adéle’in ailesi de yemekte spagetti bolonez yiyen orta gelirli bir aile profili çizen ve Emma’ya erkek arkadaşın ne iş yapıyor diye sorup farklı cinsel kimlikleri görmeyen bir aile yapısı. Emma’nın, Adéle’i dudağından öptüğünde ailenin tepki vermemesi fakat Emma, Adéle da kaldığı zaman farklı odalarda uyumaları da bu farklıkların detaylarını gösteriyor.

Emma ve Adéle arasındaki sınıfsal farklar arkadaş çevrelerinde görülüyor. Adéle in okul çıkışına gelen Emma'yı gören arkadaşları Adéle tepki gösterince aralarında tartışma çıkıyor ama Emma Adéle ‘i arkadaşlarıyla tanıştırdığında ilişki gayet olağan karşılanıyor.

Filmdeki ayrılık sahnesi de çok başarılı. Emma’nın ilişkide en başından beri erk tutum göstermesi bunu Adéle’in yemek hazırlaması ve bulaşıkları yıkarken Emma’nın yatakta dergi okuması ve birçok sahnede görebiliyoruz. Adéle’i sorgulaması ve sonunda Adéle'in yalanlarını öğrendiğimizde ona tokat atması gayet başarılı performanslardı. İlgi çeken nokta ise Emma'nın kendisini bir erkekle mi bir kadınla mı aldatıldığına takılmasıydı. Peki, ayrılığın gerçek sebebi bir aldatmamıydı yoksa derin nedenlerde var mıydı? Kechiche sanat camiasındaki sohbetleri bize gösterirken görüyoruz ki cinsel özgürlük konusunda ne kadar sınırsız olunsa da mevzu sınıfsal farklılıklarına gelince aynı özgürlüğün gösterilemediğini bir aşkın dahi nasıl kabul göremeyeceğini ve yok olup gideceğini gösteriyor.